Dolar : Alış : 32.5000 / Satış : 32.5586
Euro : Alış : 34.6207 / Satış : 34.6830
HAVA DURUMU
hava durumu

bursa

- Hoşgeldiniz - Sitemizde 19 Kategoride 3253 İçerik Bulunuyor.

SON DAKİKA

TEMA VAKFI’NDAN SİYASETE EKOLOJİK ÇAĞRI

20 Haziran 2018 - kez okunmuş
Ana Sayfa » Haberler»TEMA VAKFI’NDAN SİYASETE EKOLOJİK ÇAĞRI
TEMA VAKFI’NDAN   SİYASETE  EKOLOJİK ÇAĞRI

 

24 Haziran 2018 seçimlerinden önce hazırlanan bu çalışma ile sürdürülebilir yaşam ilkesi çerçevesinde doğal varlıkları, biyolojik çeşitliliği ve iklimi koruma amacıyla uygulanması önerilen çevre politikaları özetlenmektedir. Siyasetçilerin, başta toprak olmak üzere doğal varlıkları koruma ve iklim değişikliği ile mücadeleye ilişkin politikaları diğer toplumsal, ekonomik, yönetimsel ve yasal programlarla birlikte benimsemesi ve önceliklendirmesi önerilmektedir.

 

 

TEMA Vakfı öncelikle ülkemizin toprak varlığı ve arazi kaynağının korunmasına dikkat çekmektedir. Tarımsal üretimin sürdürülebilirliği ve gıda güvencesinin ön koşulu toprağın korunması ve veriminin artırılmasıdır. TEMA Vakfı’nın 2005 yılında yasalaşmasına destek verdiği 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu bu amaçla hazırlanmıştır. Kanunun öngördüğü büyük ovaların ilan edilmesi, korunması ve arazi toplulaştırmasına ilişkin adımların atılmış olması çok önemlidir.

Bu çalışmalara ek olarak, ülkemizin toprak varlığı, arazi kaynak potansiyeli belirlenmeli ve arazi sınıflamaları ülke bitki üretim potansiyeli ve coğrafi koşullara uygun yapılmalıdır. Ayrıca Kanun’un öngördüğü gibi, her ölçekte ve sektörde planlamaya temel oluşturmak üzere tarım, sanayi, enerji, ulaştırma, turizm, yerleşme ve benzeri amaçlarla kullanımı belirleyen ekolojik tabanlı arazi kullanım planları tamamlanmalıdır.

“TEMA Vakfı EkoSiyaset Belgesi”nde toprak başta olmak üzere doğal varlıklar, iklim, enerji, madencilik ve çevre politikaları kapsamında mevcut durum kısaca incelendikten sonra, başlıca sorunlara dikkat çekilerek çözüm önerileri özetlenmiştir.

 

Toprak, Tarım ve Gıda Güvencesi

Türkiye tarım arazilerini hızla kaybetmektedir. Tarım arazilerinin kapladığı alan 1992 yılında toplam 27,6 milyon hektar iken, 2017 yılında 23,4 milyon hektara gerilemiş ve 25 yılda yaklaşık 4 milyon hektar tarım arazisi (tüm tarım arazilerinin %15’i) kaybedilmiştir. 1920’lerin başında arazilerimizin %56’sını oluşturan meraların oranı bugün %19’a gerilemiş ve mevcut meralarımızın %70’inde bitki örtüsü zayıf ve verimsiz hale gelmiştir.

Diğer yandan Türkiye’de 2023 yılına kadar 6 milyon nüfus artışı olacağı tahmin edilmektedir. Sadece tahıl üretimi bile dikkate alındığında, artan nüfusun ihtiyacını karşılamak için tarımsal üretimimizin de artması gerekecektir.

Verimlilik artışı sağlamadan sadece 1 milyon ton tahıl için, yaklaşık 400.000 hektar tarım alanına daha ihtiyaç duyulacağı düşünüldüğünde, tarım alanlarımızdaki kayıpların ne kadar kritik olduğu görülmektedir. Öngörülen ihtiyaçlar dikkate alındığında, tarım arazilerinin amaç dışı kullanımının engellenmesi için 5403 Sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu’nun öngördüğü şekilde Toprak Koruma ve Arazi Kullanım Planları’nın hazırlanması;

tarımsal potansiyeli yüksek büyük ovaların tarımsal koruma alanı ilan edilmesi; toprağın sürdürülebilir yönetimi; toprak koruma ve erozyonla mücadele tedbirlerinin acilen desteklenmesi gereklidir. Tarım alanları gibi meraların da amaç dışı kullanımına son verilmeli, hayvancılığın geliştirilmesi, biyolojik çeşitliliğin ve toprağın korunmasına hizmet edecek şekilde “sürdürülebilir mera yönetimi” hayata geçirilmelidir. Ayrıca, tarımsal üretimin sürdürülebilirliği için alınacak önlemlerle üreticinin kazancı iyileştirilmeli, kırsal göçün önüne geçmeyi sağlayacak kırsal kalkınma politikaları benimsenmelidir.

Ormanlar

2/B uygulamaları ile Orman Kanunu’nun 16., 17., 18. maddeleri ile verilen izinler orman arazilerinin tahribine yol açmaktadır. 2/B uygulaması ile 473.420 hektar alan orman rejimi dışına çıkarılmıştır. 6292 Sayılı Kanun ile 2/B uygulamalarının yaygınlaştıracağı beklentisini ortadan kaldırmamıştır. Nitekim orman açma ve işgal suçlarında suç sayısı olarak %16, açılan alan miktarında ise %35-40 oranında artış görülmüştür.

Orman Kanunu’nun 16., 17. ve 18. maddeleri ile ormanlık alanda madencilik, ulaşım, enerji, haberleşme, atık yönetimi gibi çok sayıda ormancılık dışı kullanım ve tesislerin yapımı için 30.037 adet (189.315 hektar) izin verilmiştir. Verilen izinler habitat parçalanmalarına nedeniyle biyolojik çeşitliliği tehdit etmekte ve orman varlığında kayıplara sebep olmaktadır.

Bu tahribatın ve kaybın önüne geçmek için 2/B uygulaması önce Anayasa’da geçici madde haline getirilmeli, sonrasında ise tümüyle sonlandırılmalıdır. Orman Kanunu’na istinaden verilen izinlerde ise “kesin zorunluluk ve üstün kamu yararı” koşulu aranmalıdır. Ormanların sürdürülebilir yönetimi ve korunması için ülkemizdeki 7,1 milyon orman köylüsünün kalkındırılması, meselenin diğer önemli bir parçasıdır. Orman köylülerinin kalkındırılmasına yönelik uygulamalar ormancılık ve diğer sektörlerle bütünleşik bir şekilde yürütülmelidir.

 

 

Doğa Koruma Alanları ve Biyolojik Çeşitlilik

Türkiye, üç bitki biyo-coğrafyasının kesiştiği ender bir ülke olarak, yüksek endemizmin görüldüğü biyolojik çeşitliliği yüksek bir ülkedir. Zengin tür çeşitliliğine ve korunan alanlarla ilgili son yıllardaki artışa rağmen, 2016 yılı istatistiklerine göre Türkiye’de korunan alanların ülke yüzölçümüne oranı yaklaşık %9’dur. Bu oran gerek dünya gerekse AB ortalamalarının altında kalmaktadır. Ülkemiz sahip olduğu yüksek çeşitliliğe rağmen dünya ölçeğinde korunan alanlar sıralamasında 177 ülke arasında 133. sıradadır.

Korunan alanlar farklı Bakanlıklar tarafından yönetilmekte, bu durum korumada farklı statü ve uygulamaları beraberinde getirmektedir. Korunan alan büyüklüğünün dünya ortalaması olan %17’lik orana çıkarılması önceliklendirmelidir. Koruma altına alınan alanlar mevcut biyolojik çeşitliliği kapsayacak şekilde planlanmalı, yapılacak boşluk analizlerine göre yeni koruma alanları belirlenmelidir.

Hiç şüphe yoktur ki ülkemizde uluslararası standartlarda, katılımcı ve koruma hedefiyle hazırlanmış bir çerçeve doğa koruma yasası hazırlanmalı, yasada tüm koruma alanları tek bir kurumun sorumluluğuna verilmelidir.

Su

Coğrafi konumu ve yarı-kurak iklim özellikleri nedeniyle Türkiye, dönemsel olarak şiddetli kuraklıkların yaşandığı ve su talebinin en yüksek olduğu aylarda su potansiyeli önemli miktarda azalan bir ülkedir. Dahası, hali hazırda Türkiye “su azlığı” yaşayan bir ülkedir. Yapılan tahminlere göre Türkiye nüfusunun 2040 yılında 100 milyonu aşacağı ve bu durumda kişi başına düşen kullanılabilir su miktarının 1000 metreküpün altına düşmesiyle “su fakiri” bir ülke konumuna geleceği öngörülmektedir.

Türkiye’nin iklim değişikliğine bağlı riskler ve etkiler konusunda oldukça hassas ve kırılgan bir coğrafyada yer aldığı ve bu etkilerin özellikle su varlıkları üzerinde kendini daha fazla göstereceği gerçeği de unutulmamalıdır. Uygulanan su politikalarının su varlıkları üzerinde oluşturacağı miktar ve kalite baskısı dikkatle değerlendirmeli ve akarsu sistemlerinin doğal hidrolojik döngülerinin bozulmamasına azami önem gösterilmelidir.

Bu kapsamda, karşı karşıya kalınması muhtemel sorunların ölçeği ve etkileri düşünüldüğünde,ekosistem temelli ve katılımcı arz yönetimi yaklaşımını benimseyen bir su yasasının ivedilikle hazırlanması ve hayata geçirilmesi elzemdir.

İklim Değişikliği

Türkiye iklim değişikliği etkilerine en hassas bölgelerden birisinde yer almasına ve en fazla etkilenecek ülkelerden biri olmasına rağmen, son dönemde iklim değişikliğine neden olan sera gazı emisyonlarını en hızlı arttıran ülkelerden de biri olmuştur. İklim değişikliğine karşı dirençli ve ekonomik olarak güçlü bir ülke olma hedefimizi gerçekleştirmek için sera gazı emisyonlarını hızla azaltacak sanayi, ulaşım, enerji ve uyum politikalarının hayata geçirilmesi gereklidir.

Büyümenin hızı kadar niteliği de önemlidir. Düşük karbonlu sanayi, enerji ve ulaşım politikaları sayesinde daha fazla enerji güvenliği, daha az trafik sorunu, daha yüksek yaşam kalitesi, iklim değişikliğine karşı daha fazla dayanıklılık, daha yüksek sağlık kalitesi, daha iyi çevre ve çok sayıda başka fayda sağlayacaktır. Bu faydaların yaratacağı değer, yukarıdaki politikaların yürütülmesi için gerekli olan maliyetlerin üstünde olacaktır.

Öte yandan bütün bu önlem ve politikaların sürdürülebilir olabilmesi ve başarıya ulaşması için Paris Anlaşması’na taraf olunması konusu iyi değerlendirmelidir. 2018 yılı sonunda Polonya’da yapılacak BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS) 24. Taraflar Konferansı’ndan önce, “Ulusal Olarak Belirlenmiş Katkı Niyet Beyanı”nın büyüme senaryolarıyla güncellenmesi, makul bir azaltım hedefi belirlenmesi, Paris Anlaşması’nın Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde onaylanması gündeme alınmalıdır.

Paris Anlaşması’nın onaylanmasının ötesinde, Türkiye’nin iklim hareketinde öncü adımlar atması, ancak azaltım ve uyum alanında birbirini tamamlayan ulusal-yerel politikaların eş zamanlı gerçekleştirilmesi ile mümkün olabilir.

 

 

Enerji Politikaları

Elektrik üretiminde yerli kömürün payının iki katına çıkarılması amacıyla 2012 kömür yılı ilan edilmiş ve Trakya, Eskişehir Alpu, Konya ve Karaman Ovaları gibi büyük ova ilan edilmiş değerli tarımsal bölgelerde elektrik üretme amaçlı hem kömür ocakları hem de termik santraller projelendirilmiştir. Yeni termik santrallerin tesisi yerine enerji verimliliği ve tasarrufu ile enerji yoğunluğunun düşürülmesi konularının acilen ele alınması ve ilgili strateji ve eylemlerin uygulamaya koyulması ülke ve toplum yararına olacaktır.

Ülkemiz, %27 oranında enerji verimliliği ve tasarrufu potansiyeline sahiptir. Tarım alanlarımıza planlanan kömür santrallerinin üreteceği elektriğin çok daha fazlası verimlilik ve tasarruf önlemleri ile geri kazanılabilir. Yeni enerji üretimi için küresel enerji politikaları, hem iklim etkisi hem de çevre ve insan sağlığı etkileri ile kömür ve nükleerden uzaklaşarak yenilenebilir enerji kaynaklarını değerlendirme eğilimindedir.

Türkiye hem rüzgar hem de güneş potansiyeli açısından olanakları çok olan bir ülkedir. Yenilenebilir enerjiye geçiş sadece yeni enerji geleceğini yakalamak açısından değil, inovasyona dayalı sanayinin gelişimi açısından da önemli bir fırsat sunmaktadır.

Madencilik

Madencilik faaliyetleri mutlaka etkin bir planlama ile ülkenin ihtiyaçları göz önünde bulundurularak çevreye azami duyarlılık gösterilerek yürütülmeli, üstün kamu yararı öncelikli hale getirilmelidir. Özellikle ormanlık alanlarda yapılan madencilik faaliyetlerinde ormanların ekosistem için sağladığı yararlar göz ardı edilmemelidir. Taş, çakıl, hazır beton ve asfalt yapımında kullanılan ve her yerde bol miktarda bulunan doğal oluşumların maden sayılması ve kolaylıkla üretim izni verilmesi ormanları, içinde yaşayan canlıları ve sunduğu ekosistem hizmetlerini değersiz kılmaktadır.

Ormanlarla beraber korunan alanlarda bile madencilik çalışmalarına izin verilmesine olanak veren yasal düzenlemeler, hiç kuşkusuz doğal ekosistem bütünlüğünün bozulmasına, parçalanmasına ve biyolojik çeşitliliğin azalmasına yol açacaktır. Bu kapsamda Maden Kanunu ve Milli Parklar Kanunu yeniden düzenlenmeli ve doğa koruma alanları madencilik çalışmalarına kapatılmalıdır.

6831 sayılı Orman Kanunu’nun 16. Maddesi yeniden düzenlenerek orman alanlarında madencilik faaliyetlerine ancak zaruri hallerde izin veren mevzuat düzenlemeleri yapılmalıdır. Geri dönüşü olmayan ve siyanür havuzları gibi uzun süreli zehirli atıklar üreten madencilik faaliyetlerinin ekosistem ve gelecek nesiller üzerinde yaratacağı geri dönülmez maliyetler göz önünde bulundurulmalıdır.

Tüm tarafların doğrudan katılımlarını sağlamayan ve planlandıkları yörede kabul görmeyen maden arama ve çıkarma faaliyetleri toplumsal ihtilaflara neden olacak ve ülkemiz için faydadan çok zarar getirecektir.

Mekânsal Planlama

Planlama, ulusal ve kentsel ölçekte bir kararlar bütünüdür. Sektörel düzeyde ve ülke ölçeğinde yatırım kararları ve bölgesel gelişme esasları, kentsel ölçekte ise kent mekânını şekillendiren imar planları su, toprak varlıklarını ve biyolojik çeşitliliği etkiler. Dolayısıyla mekânsal planlamada ekosistem anlayışının benimsenmesi, planların tarım ve mera alanlarının amaç dışı kullanımının önlenmesinde etkin hale getirilmesi, planların iklim değişikliğini önleme ve uyum konularında etkin hale getirilmesi, doğal ve kültürel kimliklerin korunması, plan kademelenmesi boyunca sürdürülebilir arazi kullanım politikalarının hayata geçmesinin temel şartıdır.

Çevresel Etki Değerlendirmesi

1993 yılında yürürlüğe girdikten sonra 1997, 2002, 2003, 2008, 2013 ve 2014 yıllarında tümüyle yeniden yayımlanmak üzere toplam 18 kez değiştirilen Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) Yönetmeliği’nde ve uygulamalarda katılım, süreler, izleme ve denetleme ile kapsam konularında iyileştirilmeye ihtiyaç duyulmaktadır. ÇED süreçlerine katılım, kapsam belirleme de dahil olmak üzere, tüm süreçte görüş alışverişine dayanan ve geri bildirim mekanizmalarını kapsayan bir sürece dönüştürülmelidir.

Süreler açısından ise, tüm tarafların doğru ve eksiksiz bir şekilde inceleme yapmasına imkan verecek ve hak kaybına neden olmayacak şekilde yeniden düzenleme yapılmalıdır. İzleme/denetlemenin, sivil toplum kuruluşlarını da sürece dahil eden, yatırımcı firmadan bağımsız ve yaptırımlarının da belirlendiği bir aşamaya dönüştürülmesi gereklidir. Mevcut ÇED raporları incelendiğinde, kümülatif etki değerlendirmesinin eksik bir şekilde sadece ÇED uygulanan proje ile aynı türde olan diğer projelerin listelenmesi olarak yapıldığı görülmektedir.

Seçme eleme kriterlerine tabi projeler, sadece kapasiteleri üzerinden değerlendirilmemeli, projenin mekânsal, fiziksel/sosyo-ekonomik, doğrudan/dolaylı, uzun vadeli/kısa vadeli, niteliksel/niceliksel, kümülatif etkileri ile birlikte konumu da seçme eleme kriterlerine dahil edilmelidir. Bunlarla birlikte, yine önemli çevresel etkileri olacak projelerin ÇED süreçlerinden muaf tutulmasına neden olan Geçici 3. Madde Yönetmelikten çıkartılmalıdır.

Ayrıca, mevzuatta hiçbir şey yapılmama alternatifi ile birlikte, diğer alternatiflerin değerlendirilmesine ve sosyal ve sağlık etkileri de içermesine yönelik değişiklikler yapılmalı; “hiçbir şey yapılmama” alternatifi de üstün kamu yararı analizine dayalı olarak değerlendirilmelidir. ÇED’den farklı olarak plan ve programlara uygulanacak olan Stratejik Çevresel Değerlendirmenin (SÇD) tüm sektörlere etkin bir şekilde uygulanması için ise 2017 yılında yürürlüğe giren SÇD Yönetmeliği’nin Geçici 2. Maddesi kaldırılmalıdır.

 

Sonuç

Anayasamızın 56. maddesinde “çevre hakkı”, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşamayı herkese bir hak olarak tanımıştır ve bu hak insan odaklıdır. Oysa doğal varlıklar olmaksızın insan da dahil hiçbir canlı, varlığını sürdüremez. Artık insana yönelik bir haktan değil, insanın da bir parçasını teşkil ettiği “ekosistemin haklarından” bahsedilmektedir.

“Ekosistemin haklarının” yanı sıra “gelecek nesillerin haklarının” da gözetilmesi uluslararası ölçekte tartışılmaktadır. Gelecek (doğmamış) nesiller, sağlıklı olarak işleyen bir ekosistem ve sağlık, refah ve barış içinde bir dünya düzeni içine doğma ve yaşamlarını sürdürüp, kendilerinden sonraki nesilleri oluşturabilme hakkına sahip olmalıdırlar. “Sürdürülebilir yaşam hakkı” olarak da değerlendirilebilecek bu haklar kapsamında, çevrenin insanlığın ortak mirası olarak korunması, iyileştirilmesi ve gelecek nesillere aktarılması gereken bir değer olarak kabul edilmesi önemlidir.

KAYNAK : TEMA VAKFI

YAYINA HAZIRLAYAN : BÜLENT ÖZGEN-HABER MERKEZİ

Facebook Hesabınızla Yorum Yapabilirsiniz

YORUMLAR

İlgili Terimler :
TemaFabrika